KALBİN DURAKLARI
BİRİNCİ BÖLÜM:
Yeni insanlarla tanışıp
Yeni ayrılıklar yaşıyorsun.
Mutlu oluyorsun,
Üzülüyorsun,
Hatırlıyorsun,
Unutuyorsun,
Değişiyorsun...”
METAMORFOZ
Metamorfoz, bu kelimeyi nereden hatırladığınızı
anımsayamıyor olabilirsiniz. Biyoloji dersinde ilgi çekici bir konuydu. Canlıların
gelişim süreçlerinde geçirdiği fiziksel ve yapısal değişimi ifade eder. Bu
süreç, bir organizmanın hayat döngüsünün belirli bir aşamasında, genellikle
larva veya gençlik döneminden yetişkinlik dönemine geçerken gerçekleşir. Metamorfoz
sırasında, canlı hem dış görünüş hem de organlarının yapısı açısından önemli
değişiklikler yaşar. Bazılarınızda sanatçı Tarkan’ın 2007 albümünden hatırlar. Çok
heyecanlıydık bu albümü beklerken ama Tarkan’ın ortaya koymaya çalıştığı
değişim pek akılda kalıcı olmamıştı. Şarkı gurmesi olarak görsem de kendimi iki
şarkıdan fazla sayamam bu albümden. Metamorfozdan bahsedip de Franz Kafka’nın
dönüşüm kitabını es geçmek olmaz. Gregor Samsa’nın rutin hayatının bir sabah
bambaşka bir şeye dönüştüğü harika bir romandır. Bir de metaforik olarak
metamorfoz vardır. Bir konunun alışılagelmiş durumundan daha iyi bir
versiyonuna evirilmeye çalışması gibi. Bu dönüşümler her zaman iyiye doğru
olmayabiliyor. Her neyse, neden bu kadar laf kalabalığına girdiğimi beni daha
iyi anlamanız için yaptım. Bu roman bir nevi benim günlüğüm olacak. Çünkü yarın
yapacağım şeye cesaret edemeyecek benim gibi binlerce, yüz binlerce insan
olduğunu zannediyorum. Bu değişime o kadar çok ihtiyacım var ki size anlatamam.
İçimde değişip dönüşmeye ihtiyacı olan tutsak bir tırtıl var. Kalbimi kemirip
duruyor. Tam beş yıldır büyütüyorum onu. Artık sığmıyor içime. Eğer yazmasaydım
çatlayacaktım. İçimin içime sığmayışına, değişip dönüşmek istemesini tek
kelimeyle anlatmak istesem metamorfoz olurdu. O yüzden bunca açıklamaya
çalıştım bu kelimeyi.
Affedersiniz, yazma konusunda çok iyi değilim. Size
kendimden bahsetmeyi unuttum. Direkt olarak konuya atladım. İsmim Kenan. Soy
ismimi de paylaşmamda sakınca yok sanırım. Kenan Karakalpak. Yirmi dokuz
yaşındayım. Gazi Üniversitesinde tarih öğretmenliği okudum. Tarihe merakım
ilkokul yıllarına kadar uzanıyordu. Adımın bana yüklediği misyonu o yıllarda
fark etmiştim. Tarih öğretmenimin üzerime titremesi beni cesaretlendirmesi ve
soyumun farkına vardırması bu bölümü seçmemde çok etkili olmuştu. İlk okul
yıllarında uzun boylu biri değildim ama liseye başladığımda göze batacak kadar
uzamıştım. Keşke sütü bu kadar çok sevmeseydim. Olan oldu. Neyse ki bir seksen
yedi de durmayı başarmıştım. Herkes beni basketbol oynamaya teşvik ediyordu ama
ben satranca meraklıydım. Tarihe meraklı olup satranca meraklı olmamak mümkün
değildi. Bu konuya sonra bir ara tekrar geliriz sanırım. Gözlerimin ne renk
olduğundan asla emin olamıyorum. Sürekli değişiyor. Şu an saat gece yarısına
çeyrek var ve oda ışığında koyu yeşil gözüküyor. Sabah uyandığımda baktığımda
su yeşili oluyor. Öğlen saatlerinde dışarıdaysam ela oluyor. Gözlerim bile
kaypak. Böyle demek istemezdim ama soy adımla o kadar çok zorbalanınca bende
bunu kendime yapar oldum sanırım. Kaypak Kenan derlerdi bana. Bir şeyin
doğrusunu öğrenince doğrunun yanında olmaya başlamak, fikir değiştirmek neden
bu kadar kötü bir şeymiş gibi düşünülüyor ki? Bu öğrenmenin önündeki en büyük
engel değil midir?
Soyum Orta Asya’dan geliyor olsa da gözlerim çekik değil ama
kız kardeşim çekik gözlüdür. Sülalemde esmer olmayan insan yok. Çünkü hep
Karakalpak’lı biriyle evlenmişler. Benden de beklentileri bu yönde. Üniversite
son sınıfa kadar aklıma yatkın bir meseleydi bu. Türkiye’de öğretmen olmanın
zorluğunun farkında olduğumdan Karakalpakistan’a gidip orada öğretmenlik yapıp
Türk Tarihi’ni, Karakalpak Tarihi’ni anlatıp satranç öğretecektim öğrencilere. Sonra
ne mi oldu? O gün yaşandı. O gün öyle bir yaşandı ki tüm varlığım, ruhumun
derinliklerine kadar değişti. Bir insanın bir günde bu kadar değişebileceğine
hâlâ inanamıyorum. Siz de ona rastlasanız benim gibi sarsılırdınız muhakkak.
Size o günden biraz bahsetmek istiyorum.
Son sınavlara girmiştim artık mezun olacaktım. Sonuçlar
henüz açıklanmamıştı ama verdiğim kağıtlardan o kadar emindim ki dört yıl
boyunca özenle tuttuğum notlar ve ders kitaplarını erkenden elimden çıkarmak
istiyordum. Biliyordum ki birçok arkadaşım mezun olunca aynısını yapacaktı.
Biraz erken davranarak garantiye almak istemiştim. Facebook’da okulun öğrenci
sayfasına özenle ilan oluşturdum. Son günlerde grup hareketliydi biraz. Bölümü
yeni kazanan öğrenciler sayfaya dahil oluyor, birbirleriyle tanışmaya
çalışıyorlardı. Biz de geçmiştik bu yollardan. Beş dakika sonra paylaşımımın
altına yakın arkadaşım Furkan Bahtiyar yorum yapmıştı: “-Bölüm birincisinin
notları- yazmayı unutmuşsun dostum.” Haklıydı iyi bir pazarlama argümanı
olabilirdi bu. İçerideki odada ev arkadaşlarım eğleniyordu. Telefonumu şarja
takıp yanlarına geçtim. Odamdan salona geçince koku farkı tüm ciğerlerime nüfus
etmişti. Birkaç pencere açtım hemen. Elime bira tutuşturdular. Şaraptan ya da
votkadan iyidir deyip kabullendim. Kaypaklık yapmamayı öğrenmiştim yirmi dört
yaşımda. Aykırı olmak, farklı olduğunu belli etmemek gerekiyordu. Bir şekilde
koşmak zorundasın, çünkü devrilen atı vururlar. Sağ salim bölümü bitirmiştim.
Lisedeki o kavgacı, aykırı, isyankâr yanımı törpülemek zorundaydım. Burası
Ankara’ydı. Elime tutuşturulan bira şişesini iyi kullandım. Yavaş yavaş içip,
koca geceyi bir tane ile bitirdim. Elimin boş olduğunu görseler kesin bir tane
daha tutuştururlardı. Gelen geçen bir şeylerden konuşuyor, heyecanlı olup
olmadığımı soruyordu. Ben bu kadar popüler ve tanınır olmak istememiştim.
Sadece çalışkandım. Eğlenmeyi biliyordum. Çok kitap okuyordum belki ama nerede
bir aktivite varsa orada da vardım. Bunu suiistimal etmek isteyen insanlar da
çok oldu ama pabuç bırakmadım. Yeterince eşlik edince odama geri döndüm. Kapıyı
açınca sarmaş dolaş Ahmet ile adını bilmediğim bir kız ateşli anlar yaşıyordu.
Kapının açılmasını umursamadan devam etmeleri beni cesaretlendirdi ve odaya
girip telefonumu alıp çıktım. “Ahmet benim odamdaysa ben de Ahmet’in odasına
gideyim.” diye düşündüm. Fakat orada da benzer manzara vardı. Görkem büyük
ihtimalle Ahmet’in odayı işgal ettiği için Ahmet benim odama geçmek zorunda
kalmıştı. Görkem okuldan değildi. Hatta ev arkadaşımız bile değildi. Ankara’da
yaşayan öğrencilere maddi manevi yardımcı olmaya çalışan hergelenin tekiydi.
İyiydi ama kızlara çok düşkündü. Bizim evi de kız düşürmek için kullanıyordu.
Sabit bir odası yoktu. Mutfak balkonu kalmıştı tek boş yer olarak. Biraz önce
kenara koyduğum boş bira şişesini tekrar alıp musluktan su doldurup balkona
geçtim. Bira şişesindeki suyun bir kısmıyla balkondaki çiçekleri suladım. İki
dakika sonra Selin elinde iki bira şişesiyle balkona gelmişti. Bana elindekini
uzatmak istedi ama elimde şişe olduğunu görünce vazgeçmişti. Sessizce yanıma
oturdu. Sarhoş olduğu belliydi. İki şişeyi de bırakmamıştı. Bir diğerinden
içiyordu bir diğerinden. Bense çaktırmadan su içmeye devam ediyordum. Başını
omzuma yasladı. Arkadaşça bir yakınlaşma diye düşünmüştüm. Selin öyle
düşünmüyordu ve sarhoştu. Bu kadar sarhoş olmasa balkonda bile olsa onu öperdim
ve sonrasını düşünmezdim. Sabah uyandığında pişman olma ihtimali yüzünden onu
kırmadan reddettim. İçeriden ona seslendiklerini söyleyip içeri gönderdim.
Telefonuma gelen bildirimlere bakıyordum. Mesaj kutumda mesajlar vardı.
Üşümüştüm biraz. Biranın etkisi geçmişti. Ahmet artık odamı boşaltmıştır diye
umup ağır ağır odama doğru giderken salonda Ahmet’i gördüm. İçim rahatlamıştı.
Kapıyı yine de sakince açtım. Görkem oda değiştirmiş ve az önce içeri
gönderdiğim Selin’i kollarına almıştı. Kapıyı geri kapatıp bir daha kapı
açmamak için balkondan bir çiçek kopartıp alt kata indim. Sınıftan Begüm’ün
kaldığı öğrenci eviydi. Kızlar vardı evde ama daha önce de gelmiştim benzer
sebeplerden. Begüm’le tek kelime konuşmadan anlaşmıştık. Elimden çiçeği alıp
beni içeri davet edip iki kahve yaptı. Havadan sudan konuştuk. Konuşma tıkandığında
bana battaniye getirdi. “Eğer üşürsen odama gel başka şeyler veririm.” demişti.
Sarhoş değildim. Az önce duyduğum şeyi neden oturtamıyordum ki? Bu bir davet
miydi yoksa tamamen iyi niyet göstergesi miydi? Kafamı kanepenin yastığına
koyar koymaz uyumuştum. Gözlerini kız evinde açmanın en güzel yanı sabah
kahvaltısı kokusuydu. Garip bir durumdu. Beş kişilik masada üç kızla beraber
kahvaltı yapıyordum. Eminim ben yokken bu kadar sessiz değillerdi. Yine de
durumumu açıklayıp özür diledim. Bazılarını gece uyutmamıştık. Öfkeliydiler.
Çünkü sınav zamanıydı. Diğer yandan da onlarda öğrenciydi. Zamanı gelince
onlarda partileyeceklerdi. İçeri girmek için çiçekle gelmiştim ama daha fazla
borçlu hissediyordum. Daha sonra küçük bir veda hediyesi olarak küçük bir ev
hediyesi alabilirdim. Aldım da merak etmeyin. Telefonumu nihayet tam anlamıyla
elime alabilmiştim. Çok fazla bildirim vardı. Çayımı yudumlarken onlara
bakıyordum. Bir mesaj dikkatimi çekti. Mavi Kelebek kullanıcısı bütün kitapları
ve notları almak istiyordu. İstediğim fiyattan biraz daha fazlasını teklif
ederek üstelik. Mesajı yazalı beş saat olmuştu. Anlaştığımızı söyleyen bir
mesaj attım. Güvenemedim tam ama en fazla ne olabilirdi ki? Okul kütüphanesini
buluşma noktası kabul ettik. Üst kata çıkıp duş alıp üzerimi değişip hali
hazırdaki kitapları alıp kütüphaneye gidecektim. Evin kapısını açar açmaz gelen
o ağır koku beni boğmuştu. Her yer her yerdeydi. Odam boş olmayabilirdi. Ne
olursa olsun mecburdum. Kimse kusura bakmayacaktı. Odam boştu neyse ki.
Pencereyi açıp yastık ve yorgan yüzünü değiştirdim hemen. Pislik herif kül
tablası olarak pencere kenarındaki çiçeğimi kullanmıştı. Parke üstündeki çiçeği
pencere önüne koydum tekrar. İki dakika sonra Görkem yarı çıplak halde duştan
çıkıp gelmişti.
GÖRKEM — Kusura bakmıyorsun
değil mi?
KENAN — İlk defa oluyormuş gibi davranman çok komik.
GÖRKEM — Benim değil ama birçoğunun ilki oldu.
KENAN
— Birçoğu derken tam rakam verebiliyor musun?
GÖRKEM — Dör.. Beş sanırım. Yok dört dört. Kafam çok güzel Keno. Yorma beni.
KENAN
— Seni yoran yormuş. Korundun mu bari?
Görkem kenarda duran boş kutuyu gösterdi. En azından
korunmayı biliyordu. Sevişmeyen bir adam değilim ama bu kadar duygusuz ve
rastgele olması midemi bulandırıyordu. Odayı temizleyip kıyafetlerimi
hazırlayıp duşa girdim. Döndüğümde Görkem yoktu. Ne kadar ciğeri beş para etmez
biri olsa da işini hiç aksattığını görmemiştim.
İçimde farklı bir heyecan vardı. Dinlene dinlene dört poşeti
kütüphaneye kadar taşımıştım. Alacak kişi yurtlarda kalıyordu büyük ihtimalle.
O yüzden yakın olan kütüphaneyi tercih etmişti. Kız mıydı erkek miydi onu bile
bilmiyordum. Parayı peşin olarak göndermesi aradaki güven olayını halletmişti.
Poşetleri teslim edip mezuniyette giyeceğim kıyafeti alamaya gidecektim. Sağa
sola bakıp Mavi Kelebek’in kim olduğunu bulmaya çalışıyordum. Belki burada bile
yoktu. Bir masaya oturup mesaj yazmaya başladım. Tam göndere basacakken bir el
uzandı ellerime doğru.
MAVİ KELEBEK — Merhaba, ben Hasret.
Hasret Bitmez. Kitaplar ve ders notları için konuşmuştuk. Sizi bekliyordum.
Yerimden kalkmaya çalışırken, bana uzanan eli sağ elimle
tutmak üzere uzatıyordum. Başım Hasret’in elinden yüzüne doğru yavaş yavaş
kalkıyordu. Kolunda renkli bir dövme vardı. Mavi bir Morpho kelebeği vardı.
Beyaz teniyle aşırı uyumluydu. Çiçekli bir elbise vardı üzerinde. Dizlerinin az
üzerinde başlıyordu elbise. İnce belinde bir kemer vardı elbiseyi tutması için.
Fark edilebilir göğüslerine çarpmamak için boştaki elimle oturduğum sandalyeyi
geri çekiyordum. Hâlâ boynundaydım. Gümüş bir kolye parlıyordu. Boynunda bir
ben vardı. Onu nasıl fark ettin derseniz bu kadar beyaz bir tende ufacık bir
nokta bile ben buradayım derdi. Hasret gülümsüyordu. Eli havada kalmıştı. Tuttum.
O hissi hiç unutamıyorum. Eli elimde kaybolmuştu. Daha önce bu kadar ufak bir
el tutmamıştım. İnciteceğimden korktum. Dudakları parıldıyordu. Küçük tatlı bir
burnu ve onun üzerini süsleyen çilleri vardı. Kestane rengi saçları yukarıdan
topuz yapılmıştı. Saçakları yüzüne düşüyordu. Hani şu bahsettiğim o gün vardı
ya işte bugündü. Bu andı, bu dakika, bu saniye… Cam gibi parıldayan masmavi
kocaman gözler. İnce hilal kaşları. Nihayet sandalyeden kalktığımda biraz önce
eşit olan boylarımız arasında yirmi santim oluşmuştu. Benim kalkışımla Hasret’in
başını yukarı kaldırışı orantılıydı. Tahminen bir altmış beş boylarındaydı.
Küçük, kırmızı bir çanta vardı omzunda.
KENAN — Ben… Ben Kenan
Karakalpak. Memnun oldum.
HASRET — Biliyorum, benim aksime senin her şeyin ortadaydı. Yadırgadığımdan
demiyorum sakın yanlış anlama. Seninki normal olanı. Karşılaştığım bazı
durumlardan sonra anonim takılmaya başladım internette. Affedersin bu arada
beni durdurmazsan ben konuşmayı kendi kendime durduramıyorum. Ayrıca oturabilir
miyiz boynum tutulacak size bakmaktan.
KENAN — Tabi ki kusura bakmayın. Kimle karşılaşacağımı bilmiyordum.
Kalbimin ilk duraksadığı yerdi. Atmayı unuttuğu, nefesimi
kestiği, kan pompalamaktansa hormon salgılamaya başladığı an. Kalbimin bu
duraksamasını belli etmemek için ter döküyordum. Oturana kadar Hasret’in elini
bırakmadığımı fark ettim. Utanarak geri çektim elimi. Yüzündeki gülümseme
otomatik gibiydi. Yanakları böyle gösteriyordu belki de. Yanağında gamzemsi
çizgiler vardı. Gamzemsi diyorum çünkü gamze çukur gibi olur. Hasret’in
yanağındakiler çizgiseldi. Kalbimde bir sancı vardı. Atmayı unutmasını
bırakmalıydı. Konuşmama engel oluyordu. Ben hayatımda hiç böyle duraksadığımı
hatırlamıyordum. Ben konuşmadıkça o konuşmaya devam ediyordu.
HASRET — İlanınızı görünce çok heyecanlandım. Bölüm birincisiymişsiniz. Tüm
ders notlarını düzenli tutmanız çok değerli. Ama anlamadığım nokta bunlara daha
sonra ihtiyacınız olmayacak mı?
KENAN — Hepsi ezberimde olduğu için ihtiyacım olmayacağından emin olabilirsin.
HASRET — Osmanlı Devleti'nde Lale Devri olarak bilinen dönem, hangi padişah
döneminde başlamış ve bu dönemin sona ermesine neden olan Patrona Halil İsyanı
sırasında hangi sadrazam görevdeydi?
KENAN — Lale Devri, Osmanlı Padişahı III. Ahmed döneminde (1703-1730)
başlamıştır. Bu dönem, Osmanlı tarihinde sanat, mimari ve eğlence alanında
önemli gelişmelerin yaşandığı, özellikle Batı tarzı yeniliklerin denenmeye
başlandığı bir süreçtir.
Dönemin sadrazamı ise
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idi. Lale Devri'nin sona ermesine neden olan
Patrona Halil İsyanı, 1730 yılında meydana geldi. Bu isyan sırasında Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa görevinden alınmış ve idam edilmiştir. Aynı zamanda III. Ahmed
tahttan feragat etmek zorunda kalmış ve yerine I. Mahmud geçmiştir.
HASRET — Söz konusu Tarih
olunca da seni durdurmak zor gözüküyor.
KENAN — Neden Lale Devri? Laleleri mi seviyorsun?
HASRET — Tabi ki o sebepten değil. Tarih dersinden almıştım bir yıllık ödevimi.
Konu buydu. Şakayık severim ben. Kırmızı. Bu, laleleri güzel bulmadığım
anlamına gelmiyor. Sadece tercihen şakayık. Ama kırmızısı. Altını tekrar
çiziyorum.
KENAN — Tekrar ihtiyacım olmayacak bir bilgi için fazla ısrarlı bir betimleme
olmadı mı?
HASRET — Pekâlâ, al gülüm ver gülüm. Poşetleri alıp gideyim en iyisi. Kontrol
etmeye gerek duymuyorum. Beni kandıracak halin yoktur. Vaktini aldım sana
kitapları taşıttım kusura bakma.
KENAN — Aslında öyle demek istememiştim. Sen kusura bakma lütfen. Seninle
tekrar görüşeceğimizi sanmıyorum. Onu ima etmiştim. Mezun olup gideceğim
buradan.
HASRET — Anladım, sorun değil. Ben artık gideyim. Hoşça kal Kenan.
O çelimsiz kolları ve küçük
elleriyle poşetleri öyle bir kavrayıp bir hışımla kalktı ki hiçbir şey dememe
fırsat vermedi. Benim sürükleye sürükleye getirdiğim poşetleri deli inadıyla
öyle bir götürdü ki şaşkınlığıma yenik düşmüştüm. Kütüphaneden çıktıktan sonra
eminim köşede durup ellerini dinlendirecekti. Peşinden kütüphaneden çıktım. Köşede
gözlerim onu aradı. Yoktu. Az ileride durmadan yürüdüğünü gördüm. Canının
yanıyor oluşuna o kadar emindim ki. Koşup ardından elinden poşetleri aldım. Gözleri
dolmuştu acıdan.
KENAN — Neye bu kadar
öfkelendin anlayamadım ve neden bunun acısını ellerinden çıkartıyorsun?
Güçlü durmaya çalışan Hasret ağlamaya başlamıştı. Kenan’in
avucunda Hasret’in kıpkırmızı kesilmiş elleri vardı.
KENAN — Ellerin tam şu an
avucumca iken ne kadar da şakayıklara benziyor. Kırmızı bak altını çiziyorum.
Hasret gülerek ağlıyordu. Yüzündeki çizgisel oluklardan göz yaşı
süzülüyordu. Bence söylediklerim onda bir şey tetiklemişti. Bu kadar orantısız
bir tepkinin başka bir açıklaması yoktu. Ellerini öpmek istedim. Yapamadım
elbette. Acıdıklarını biliyordum. Öpseydim her şey çok başka olabilirdi.
Bilirsiniz hepinize sorulmuştur: “Geçmişte bir ana gitsen neyi değiştirirdin?”
diye. Ben onun ellerini öpmek isterdim. Beş yıl önce orada Hasret’in ellerini
öpmek isterdim. Şu an bu satırları yazarken gözlerim doldu. Elleri birkaç
dakika sonra daha açık bir pembe renge dönünce ellerini bıraktım. Poşetleri
yüklendim.
KENAN — Nereye gidiyoruz?
HASRET — Bilmiyorum.
Ben biliyordum. Hasret Bitmez ile
hikayemiz böyle başladı. Aradan beş yıl geçtikten sonra yarın uçakla Karakalpakistan’da
yetiştirdiğim bir kucak dolusu şakayıkla Ankara’ya gidiyorum. Kırmızı şakayık.
Hoşunuza gittiyse, ana gönderiyi beğenmeyi ve daha fazla insana ulaşması için retweetlemeyi, yorum yapmayı ihmal etmeyin.
0 Yorum: